Orkide Evi - Lucinda Riley
Puanım 5/5
Hayatta herkes mutlu sona ulaşmaz. Yalnızca mutlu anların olmasını umabilir ve yapabildiğimiz sürece o anların tadını çıkarmayı öğrenebiliriz. Ünlü piyanist Julia Forrester, kocasını ve üç yaşındaki oğlunu acı bir trafik kazasında kaybedince hayata küser. Toparlanabilmek için büyüdüğü kasabaya dönen Julia'nın yolu, çocukluğunun geçtiği Wharton Park Çiftliği'ne düşer. Bir zamanlar çok özel orkidelerin yetiştiği bu çiftliğin yeni sahibi Kit Crawford'la tam da yeniden hayata tutunmaya başlayacakken Julia, kuşaklar öncesine dayanan bir aile sırrını keşfeder. Julia'nın ailesini ve Crawfordları etkileyen bu sır, savaş zamanında dünyanın öbür ucunda yaşanan hayatlara kadar uzanmaktadır.
Bu arada kötü bir sürpriz, Julia'nın hayatın ona ikinci kez sunduğu mutluluk fırsatına arkasını dönmesine neden olacaktır. Öğrendiği gerçekler karşısında şaşkına dönen genç kadın, sonunda kendisini orkidelerin anavatanı Tayland'da bulacak ve geçmişle geleceğin birbirine kenetlendiği bu yerde kafasındaki onca soruya cevap arayacaktır.
"İnsanın içini sızlatan duyguları ve öykünün geçtiği dünyayı bütün zenginliğiyle ortaya koyan bir kitap." -Lancashire Post-
"Yürek burkan, romantik bir hikâye. Tümüyle o atmosferin içine dalacaksınız."
-Beverley Guardian-
"Tek kelimeyle harika. Her bir detayıyla insanı cezbediyor."
-History and Women-
"Orkide Evi uzun zamandır okuduğum en iyi kitaplardan ve kalbimdeki yerini hep koruyacağa benziyor." -Bibliophilia-
"Bu kitabı iki kelimeyle özetlersek; nefes kesici." -Faded Parchment-
Bu hikayeye kesinlikle bayıldım. Rahatsız olduğum bir iki küçük nokta vardı ama o da hikayenin bütünlüğü karşısında önemsiz kaldı. Öncelikle yazar bu kurguyu kurmadan önce bayağı araştırma yapmış, gelişine yazılan sıradan bir hikaye değil ki bu da beni mest etti. İkincisi, duyguları sıcacık geçirmiş, öyle ki trajediler içime oturdu. Ayrıca her karaktere bayıldım. Xavier hariç! Ama onu karakter olarak saymak istemiyorum.
Hikaye bir masal gibi Siyam Prensi'nin sevdiği kadına aşkının gücünü göstermek için siyah orkide aratması ve öyle bir şey olmaması nedeni ile dolandırılması ve prensesin düğün gününün sabahında prensi çok mantıklı bir şekilde yatıştırması ile başlıyor.
Julia Forrester, mükemmel bir piyanisttir. Yeteneği sayesine kraliyet bursu almış ve dünyaca ünlenmiş, sayısız resital vermiş bir kadın. Bir gün kocasının ve iki yaşındaki oğlunun trafik kazasında öldüğünün haberini alır ve yaklaşık yedi ay boyunca hiç bir şey yapmadan yaşar.
Mesela bana, herkesin kedere farklı tepki gösterdiği ve yanlış reaksiyon diye bir şey olmadığı defalarca söylenmiştir. Bazıları aylarca, hatta yıllarca ağlar. Siyahlar giyer ve yas tutarlar. Diğerleri kayıplarından etkilenmemiş görünürler. Onu gömerler. Daha önce nasıl davranıyorlarsa öyle davranmaya devam ederler. Sanki başlarına hiçbir şey gelmemiş gibi...
Yaşamayı seçmesinin ardından, Kit Crawford'un ona olan davranış şeklinin yardımı ile iyileşmeye başlar. Acısını unutması mümkün değildir ancak onunla yaşamayı öğrenip, hayatın anlık keyiflerini hissetmesi gerekmektedir. Kit ise, uyuşturucu bağımlısı olan sevgilisinin ölümünün ardından yıllarca dünyayı gezerek acısını unutmaya çalışmıştır. Julia'yı bulunca tüm risklerine rağmen kalbini ona açar.
Bu ikisinin arasında gelişen aşka kesinlikle bayıldım. Julia'nın anılarında kocası Xavier'in, aslında bencil ve şımarık bir adam olduğunu görüyoruz ki Kit, bunun tam tersi, duygulu, fedakar ve dürüst.. Julia, son yapması gereken veda için, Fransa'ya evine döndüğünde kocasını karşısında bulur ve kazadan sonra girdiği şoktan kaçtığını öğrenir.
Bu adamdan kesinlikle nefret ettim. Julia'yı manipüle etmesi, oğlunun ölümüne neden olmasına rağmen, Julia'yı kandırması zaten beni düşündürmüştü. Julia'da sonunda gerçeği görüyor..
Tekrar hikayenin başlarına dönersek, Julia annesinin evlatlık olduğunu ve düşündüğü gibi Wharton Park Malikane'sinin bahçıvanının değil sahibinin torunu olduğunu öğrenir. Birinci dünya savaşına uzanan bir aşk ve trajedi sonucu, Julia'nın annesi bahçıvanları tarafından evlat edinilmiştir. Tayland'ın vahşi yaşam şartlarında esaretten yeni kurtulan Lord Henry, iyileşmeye çalıştığı otelde çalışan Lydia'ya görür görmez aşık olur. Tam bir trajedi olan bu ikinci hikayeye bayıldım. Lydia'nın ise karakterinin naifliğine ve bağışlayıcılığına hayran oldum.
Henry, mükemmel piyano çalabilen ancak askerlikle ilgisi olmayan, fakat Crawford varisi ve babasının kabul edebileceği bir erkek evlat olmak için savaşa katılmak zorunda kalan genç bir adamdır. Savaşa gitmeden önce annesininde yönlendirmesi ile gerek çiftlik işlerinde annesine yardımcı olması gerekse savaştan dönememe ihtimaline karşı bir varis bırakabilmesi için, o güne kadar azda olsa tek ilgi duyduğu genç kız olan Olivia ile evlenir.
Olivia ise Henry'ye resmen tapıyordur, her ne kadar bazı sorunlar hissetse de bunu kabul eder. Oysa Henry, toplumdaki erkek beklentilerinin aksine kendisinin daha yumuşak olmasından dolayı eşcinsel bile olabileceğini düşünen, kafası karışık ve çok ağır sorumlulukları olan ve eş olarak tatminkar olmayan bir erkektir. Bu sorunlar arasında gittiği savaşta esir düşer ve yaklaşık 4 yıl sonra ülkesine dönebilir.
Amacı Tayland'da aşık olduğu sevgilisi Lydia'ya dönmek olan Henry, İngiltere'ye dönerek ailesine veda edecek ve eşini serbest bırakacaktır. Ancak babasının ölüm döşeğinde olması ve savaş sonrası çiftliğin durumunu görünce sorumluluklarını bırakamaz. O sırada eşinin hamile kalması ile aşkına veda etmek zorunda olan Henry, Tayland'a arkadaşı ve bahçıvanı olan Billy'yi gönderir.
Evin hizmetçisi Elsie ile bahçıvanı Billy ise gerçek aşkı birbirlerinde bulmuş, fakir ama mutlu bir çifttir. Billy, Tayland'da Henry'nin bebeğini bulur ve bir şekilde evlat edinir.
Kendi kızının burnunun ucunda ondan habersiz büyümesi ve Olivia'nın bebeğini kaybetmesi ile asla varisi olamayan Henry'nin hayatı gerçekten trajik.. Olivia'nın ve Lydia'nın da öyle.. Bu hikayede kimseye kızamadım. Sadece miraslarının altında kendi hayatlarını yaşayamayan mutsuzluğa mahkum insanlar için üzüldüm.
Farklı coğrafyalar ve karakterlerle örülmüş kurguda hiç bir boşluk yoktu. Sadece çevirilirde çok sık kullanılmış olan fransızca kelimelerde çevrilebilirdi. Genel hikaye akışını rahatsız edici bir şekilde bozdu çünkü çok fazlaydı. Sürekli sayfanın altına bakıp anlamını görmeye çalışmak çok sıkıcıydı. Hikayenin ana kurgu oluşma kısmının yavaş geçtiği de düşünülünce başlarda beni çok rahatsız etti. Julia'nın oğlu ile olan anılarını hatırladığı bölümlerde oğlunun sözleri ise 3 yaşında bir çocuktan beklenmeyecek olgunlukta, bence yazar burada çocuğun yaşını gözden kaçırmış.
Karakterlerin resmen yaşadığına inandım. Kafamda hepsini canlandırdım ve kalbimde bir yer verdim. İnsan davranışları üzerine olan tespitleri beni düşündürdü. Hepimiz aynı olay karşısında farklı tepkiler veririz. Kimimiz suçluluk duyar, kimimiz olmamış gibi davranırız. Bazılarımızın ilgilenecek birine ihtiyacı olur, bazılarımızın ise bizimle ilgilenecek birine.. Çok güzel işlenmiş, harika bir romandı. Kesinlikle tavsiye ederim. Özeti geçmiş olmama bakmayın, içinde bir sürü sürpriz bulacaksınız..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder